İletişim Kafe – Harun Emre KARADAĞ http://reklamarkasi.com/blog-hemre Harun Emre KARADAĞ Mon, 29 Jun 2020 16:32:24 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.4.2 https://blog.harunemre.com/wp-content/uploads/2020/06/logo25-02-150x131.png İletişim Kafe – Harun Emre KARADAĞ http://reklamarkasi.com/blog-hemre 32 32 DÜĞÜN AKRABALARI HİZMETİ VERİLİR! :) 2020/03/17/dugun-akrabalari-hizmeti-verilir/ Tue, 17 Mar 2020 18:17:01 +0000 ?p=645 İTİNA İLE GÜVENİLİR DÜĞÜN AKRABALARI HİZMETİ VERİLİR! 🙂

Düğün mevsimi başladı! 🙂

İletişim Kafe’nin Araştırmacı-Karıştırmacı muhabiri Kâmil Suspus internette sörf yaparken ulaştığı ilginç bir haberi sizlerle paylaşıyor.

Haber şu: “Çin’de damat sahte düğün davetlileri yüzünden tutuklandı!”

“Çin’in kuzeyinde bir damat, düğüne davet ettiği 200 kişinin ailesi ve arkadaşları yerine para karşılığı gelen kişiler olduğu ortaya çıkınca tutuklandı. Şanii bölgesindeki yerel basına göre olayı gelinin ailesi fark etti. Liu ailesi, damadın davetlileriyle konuştuklarında herkesin “Yalnızca arkadaşız” demesi ve nasıl tanıştıklarını anlatamamaları üzerine şüphelendi. Tören başladığında damadın ailesinin hâlâ ortalıkta olmaması üzerine, Lui ailesi damadın yalan söylediğini fark etti. Yerel TV kanalı Şanşi TV’ye konuşan “konuklar”, Bay Wang adlı damadın kendilerine 80 yuan (yaklaşık 35 TL) verdiğini, karşılığında onun ailesi ve arkadaşlarıymış gibi davranmalarını istediğini anlattı. Damadın tuttuğu davetlilerden biri WeChat adlı uygulama üzerinden damatla yaptığı fiyat pazarlığı yazışmalarını gösterdi. Davetlilerden bazıları üniversite öğrencisi ve taksici olduklarını söyledi.”

“Damat ile gelinin üç yıldır birlikte olduğu bildirilirken, çiftin tamamen farklı arkadaş gruplarına sahip olması nedeniyle daha önce yanlış giden bir şey olduğunu fark etmedikleri haberde yer aldı.

Bazı haberlerde gelinin ailesinin damadın ailesini yoksul bulduğu, damadın da ailesini utandırmamak için onları davet etmekten vazgeçtiği yer alırken, devlete ait yerel haber portalı Şibu Online polisin konuyu soruşturmakta olduğunu yazdı.”

Vay be sonunda bunu da duyduk; “Kiralık akrabalıklar” …

İlginç tarafı Çinli damadın kiraladığı akrabalar güven vermediği için yakayı ele vermiş; ya güven birileri olsaydı ele vermeseydi?

Geleceğin mesleğinden biri ‘Kiralık akrabalık” yapmak olursa hiç şaşırmam. 🙂 Bu her ülkenin ihtiyacına, kültürüne göre bir yol ve zaman alacaktır.

İlan olarak “İtina ile güvenilir düğün akrabaları hizmeti verilir.” Reklamını duyarsam, görürsem inanın hiç şaşırmam. 🙂  Hatta cenazelere bilem işler genişler kanımca; “Ağlatma garantili ağıtça kadınlar bulunur.” 🙂

Sakın bizde olmayın demeyin; malum Dünya küreselleşiyor. Teknoloji artık tüm Dünya’da ki insanı kimi zaman üç gün/ay/yıl önce kimi zaman beş gün/ay/yıl sonra ne yazık ki aynı şeyleri düşündürüyor.

HALA İNANDIRICI GELMİYORSA BU TEDİRGİNLİĞİM, ALIN SİZE BİR KANIT!

Günümüzün kahvehaneleri sosyal medya ağları buna en güzel örnek…

Sosyal medyada daha “itibarlı” görünmek için para karşılığı kendisine takipçi edinenlere, beğeni edinenlere ne diyeceksiniz?

Önceden düğün kurulur fakirler ağanın sofrasında ağırlanırdı. Sonraları uzaktan akraba fakirler düğünün dışında tutuldu bazı yakın akrabalar ile yetinildi. Şimdilerde düğünlerde hava atmak için herkes özelliklede kıl oldukları kimseler davet edilerek “desinler ve hava atma” kültürü hâkim… Sosyal medya mevzularına hiç girmek istemiyorum; lüzumu üzerine yakın bir zamanda bu konuda yazı dizisine başlayacağım. 🙂

Kısadan hisse;

Birinci dikkat çekmek istediğim muhabbet; düğünler düğün yapılmaktan çıkmış durumda! Bizim kültürümüze göre tasarlanmalı, planlanmalı. Düğünlerdeki giyim kuşamlar bir elden geçirilmeli…

İkincisi; her gün biraz daha yalnızlaşıyoruz.

Önceleri arkadaşlarımızla, dostlarımızla ailemizle daha fazla zaman geçirirken şimdileri evimizin dört duvarı arasında, bilgisayar başında zamanımızın büyük bir bölümünü geçiriyoruz.

Ruhumuz sevgi, dostluk, kardeşlik paylaşmak gibi temel gereksiniminden yoksun kalıyor. Sonunda duygusuz, duyarsız birey, toplum haline geliyoruz.

Daha da yalnızlaştığımız şu günlerde ileride bazı şeyleri çok özleyeceğimizi düşünüyorum.

En çokta neyi özleyeceğiz biliyor musunuz? Ailelerimizi. Daha doğrusu aile ortamını. İnanmadınız dimi.

Desem ki aile eğitimin vazgeçilmez ilk başladığı yerdir. Herkes evet diyecektir. Âmâ görüntüler başka şey söylemektedir.

Aileler eğitim yeri olmaktan çok artık belli bir zorunluluktan kaynaklanan, otel niyetine kullanılan sıradan yaşam alanı haline gelmiştir. Oysa aile demek bir toplumun, bireyin can simidi demektir.

Kendini keşfettiği, mutluluğunu sevincini hüznünü paylaştığı rahatlama merkezleridir. Toplumların bireylerin sigortalarıdır.

Bir toplumu bireyi mutsuzlaştırmak, kendinden bi haber haline getirmek aile kavramını küçük adımlarla ya içini boşaltmak ya da yok etmekle mümkündür.

Kendi kültürünüzden değerlerinizden uzaklaştırılarak ya da aile kavramını   ilgisi olmayan bozuk bilgilerle doldurulduğunda öldürücü mikrop bırakılmış demektir.

Son nokta mı ne olur? Aile giderse Çin’de ki düğün gibi olur. Aile giderse yok oluruz. Başkalaşırız hem bu dünyayı hem de ahireti kaybedenlerden oluruz.

Bir de bu açıdan bakmak lazım; işte böle güzel insanlar. 😉

]]>
“Aklımızdaki Soruların Cevabı 2020/03/10/aklimizdaki-sorularin-cevabi/ Tue, 10 Mar 2020 18:14:34 +0000 ?p=642

BİRİNE AKIL VERİRKEN KALANI SİZE YETMEYECEKSE RİSK ALMAYIN 🙂

Bugün yaşadığımız tüm sıkıntıların çözüm anahtarını açıklıyoruz.

Hayat nedir? Hayat amacm nedir? Mutluluğu sobelemenin sırları? Hayatın anlamını sorgulayanlar, dermansız derdim var diyenler, insanlar beni neden anlamıyor, zorlukla mücadele etmenin altın kurallarını merak edenler, önce değerlerim diyerek yalan söylemeden kazanmayı, gerçek samimiyeti öğrenmek isteyenler, gerçek arkadaşlığı, dostluğu, vefayı, başarının püf noktalarını merak edenler, sahte açılım arayanlara gerçek açılımı asırlar önceden önümüze koyan, İNSANLIĞI ANIMSATAN, İNSANLIK DERSİ VEREN UFKUMUZU GÖSTEREN AKLIMIZDAKİ SORULARIN CEVABI tekdir: Gün Çanakkale’yi Sadece Anmak Değil Anlamak Zamanıdır.

ÇANAKKALE’YE BİR DE BU GÖZLE BAKMAYA NE DERSİNİZ?

Hemen Şimdi, Çanakkale’yi Sadece Anmak Değil Anlamak Zamanı!

Çanakkale Şehitleri bu yıl yüz ikinci yaşında.

Yıl 1915… Öyle güzeldi ki gittikleri yerler bir daha dönmediler… Bir gül bahçesine girer gibi kara toprağa girenlerin, vatan sevgisinin anıtlaşan kahramanlarının yorgan olup örttüğü topraklarda, dur diyebilen iradenin destanlaşan öyküsü, sahibini arayan mektuplar gibi duruyor.  Gelibolu artık bir gül bahçesi…

Kurtuluş Savaşı’nın önsözünü, Çanakkale’yi okuyalım. Çanakkale denince yürekler sızlar, gözler nemlenir, söz biter, dil bağlanır… Çünkü kaybetmek üzereyken kazanmanın, bitti denilirken yeniden başlamanın, yeniden dirilmenin, yeniden var olup ayağa kalkmanın adıdır, Çanakkale.

Bu zafer;‘‘Hürriyetime ve istiklalime dokunamazsınız’’ ‘‘Belki öldürebilirsiniz fakat esir edemezsiniz’’ diyebilmenin adıdır…  ‘‘Ben bir Türk’üm ve bir kişi bile kalsam size yeterim’’. ‘‘Ser verilir sır verilmez. Can verilir vatan verilmez’’ diyen millet evlatlarının ve sadece Çanakkale kanıyla toprağı yoğuran 253 bin şehidin emanetidir 18 Mart…

‘Bez’i ‘bayrak’ yapan , ‘taş’ı ‘vatan’ kılan ‘aşkı’, özgürlük ve bağımsızlık için ölmeyi dünya hayatına tercih eden ‘onuru’, yoklukları ve mazeretleri yok eden ‘varlık’ mücadelesinin, ölümü öldürenlerin adıdır.

İNSANLIK DERSİ 

 “Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahsında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaraları sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtasıyla şöyle bir konuşma yaptık:

–              Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

–              Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaranın yanaklarımdan sızan gözyaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler…” ( Fr.Generali BRIDGES )

Bu savaş aslında bir medeniyetler ve inançlar savaşı idi. Dünün gençliği canını koydu ortaya; Akif’in dediği gibi : “Asımın nesli… Diyordum ya nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

BİZİM AÇILIMA DEĞİL, ÇANAKKALE RUHUNA İHTİYACIMIZ VAR!

Öncelikle onları tanımak için güneşlerin gömüldüğü topraklara Çanakkale’ye ailemizle, sevdiklerimizle gitmek gerekir.

Ne zamanki orada yatan ölümsüz insanların hikâyesini anlayacağız, uygulamaya başlayacağız işte o zaman sıkıntımız bakalım kalıyor mu?

Kısacası: Çanakkale’yi anmaktan ziyade anlamaya o kadar muhtacız ki. Bugünkü sıkıntıları çözüme kavuşturmanın tek yolu Çanakkale ruhunu aşılamaktır, Çanakkale ruhunu yeniden kazandırmaktır, Çanakkale değerlerinde buluşmaktır. Artık herkesin kendi payımıza düşecek dersi almanın zamanı geldi. Onlar boşuna ölmediler. Bize bir vatan ve eşsiz bir destan bıraktılar. 98. yılında bu destanı yeniden okuyalım. Onların soluduğu havayı paylaşalım. Milletçe Çanakkale ruhunda buluşalım. Onları tarih kitaplarında unutmayalım.

Zafer için ölüm anlamlı ama ölmek için ölüme koşuş düşündürücü değil mi? Peki bu bir intihar mı? Asla! Ama zafer şartlarının tamamen kaybolduğu bir ortamda insanların akın akın ölüme koşmalarını nasıl izah edeceğiz? İşte altını çizmek istediğimiz soru budur. Bu soruyu doğru cevaplandırırsak bu destanın manasını da doğru anlamış oluruz.  

ÇANAKKALE‘DE BULUŞALIM, ÇANAKKALE’Yİ YAŞAYALIM, YAŞATALIM…

O KADAR…

HERKES “ANNE” OLABİLİR; AMA “ANA” OLAMAZ!

“Ana başta taç imiş, her derde ilaç imiş. Bir evlat pir olsa da anaya muhtaç imiş.”

 Ahali özel günleri çoğunlukla sevmem, kutlamayı tasvipte etmem; lakin bazı günler hariç 🙂

Sabahın ilk ışığı penceremden içeri girerken radyodan duyduğum ” Son yıllarda boşanma sayısı %60 arttı ” haberi beni ” zaten kimse ana olmak istemiyor” dedirtiyordu.

İtiraf ediyorum hayatta ne parası olanları ne makamı mevkisi olanları kıskanıyorum sadece ama sadece analarımızı kıskanıyorum.

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum “anne” demiyorum “ana” diyorum. Evet herkes anne olabilir; ama ana olamaz.

Ana olmak dünyanın en kutsal görevidir. Ana olmak zordur ama yaratıcının dünyada ki merhamet, sevgi, şefkat, fedakârlık temsilcileridir. Analık dünyanın paha biçilmez değeridir, tadıdır, eğlencesidir, zevkidir, sorumluluğudur…

Nedense bunları bilmemize rağmen anaların kıymeti ya kaybedince ya da ana baba olunca anlaşılır veya anlaşılmadan “ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna ” anlayışıyla bitecektir hayat.

Tabii bir de evliyseniz; ” İş biraz daha karışıktır” diye bir düşünce vardır. Karşı taraf haline getirilmiştir ana ve eş. Bu insana yapılacak en büyük kötülükten başka bir şey değildir. Eşinizin yeri ayrıdır ananızın yeri ayrıdır. Ananız anne değil ana ise kendinden çok eşini sev diyerek yine inceliğini gösterecektir. Tabii eşinizde iyi bir eşse annenizi kendi annesi olarak görerek, davranarak en güzel cevabı verecektir.

Şu dizeler de anlamlı: “Bir melek görmek istiyorsanız, annenizin gözlerine bakın / Bir yürek görmek istiyorsanız, annenizin yüreğine bakın / Bir dilek görmek istiyorsanız, annenizin dudaklarına bakın / Bir emek görmek istiyorsanız, kalkın da kendinize bakın “. 

Bu duygulara kimler sahip oluyor kimler tadıyor sadece analarımız…

Neden kıskandığımı şimdi daha iyi anlamış olmalısınız.

Ana dedik, candır dedik, şunu da söylemezsek olmaz; “Ana başta taç imiş, her derde ilaç imiş. Bir evlat pir olsa da anaya muhtaç imiş.”

Anacığımın nasihatlerini Abraham Lincoln emmi özet yapmış: 😉 ” Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona: “Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır”. Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir liranın, bulunan beş liradan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını… Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona sessiz zamanlar da tanı.

Gökyüzündeki kuşların, güneşin altındaki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği. Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret. Herkes ona yanlış olduğunu söylediğin de dahi.

Tüm insanları dinlemesini öğret ona, fakat tüm söylediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret.

Eğer yapabilirsen, üzüldüğün de bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Ona kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uğultulu bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret.”

Duman etti beya!

Toparlayayım…

Ne zaman ananızı arayıp halini hatırını sordunuz? Ne zamandır ananızın yanağına öpücük kondurmadınız? Ne zaman ananıza kırmızı bir gül alıp her şeyiniz olduğunu söylediniz? Belki bu saydıklarımı şu ana kadar yapmadınız belki de yaptınız. Hiç önemli değil.

Şimdi yaşlı, genç, kız, erkek fark etmez sizlerden bir ricam olacak eğer ananız hayattaysa ananızı ya telefonla arayıp ya da elinize kırmızı bir gül alıp ona ziyarete giderek “Seni seviyorum” demeye vefat etmişse mezarını ziyaret ederek veya dua ederek hatırlamaya ne dersiniz? Bu iki sözcüğü onlardan mahrum bırakmayalım. Bir gün gelir çok geç olabilir…

Benden söylemesi; hörmetler 😉

[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row] ]]>
BİSKÜVİ’Yİ ÇAY’A BANDIR, GEL DE MİDE’Yİ KANDIR :) 2020/03/03/biskuviyi-caya-bandir-gel-de-mideyi-kandir/ Tue, 03 Mar 2020 18:10:58 +0000 ?p=639

Ahali selamlar!

Bugünkü mevzumuz yine hepimizi yakından ilgilendiren bir mesele; boğazlar meselesi.  Boğaz dediysem hani yeme içmek anlamında yani :)))

Her sorunu çözdük bir bu mu kaldı diye bilirsiniz. Lakin en mühim meselelerin başında boğazlar meselesi var. Misal “açken ben değilim.” 🙂 Malum bir de Dünyayı ve ülkemizi çok yakından ilgilendiren bir baş belası var: Obezite. Üzülerek paylaşıyorum Obezite oranı Dünya da ve ülkemizde giderek artıyor. Bu konuya merak sardım şu an derinden derinden araştırıyorum. Süper paylaşımım olacak ileriki yazılarımda.

Mevzuya geri dönersem; “Hep beyne mi yatırım yapcaz, biraz da mideye yatırım yapalım.” 🙂 diye bizim ahaliyle konuşuyorduk ki bir de sosyal medya da ne göreyim! Piri faninin birisi “gıda tarihimizde öğle yemeği yoktur.” adlı bir yazıyı sosyal medya hesabından paylaşmış! Yazıyı okudum, dünyam yıkıldı 🙂 Bana hak vereceksiniz.

Manidar bir girişle başlıyor paylaşımı;

“Yemek biraz da insanları hasta etmek demektir. Bilhassa öğleyin çok yemek yiyen insan âtıllaşır, kafası işlemez. Bir nevi yemek hastası olur. Bu öğle yemeği bütün dünya yüzünde yeniden ele alınacak bir sosyal ve ekonomik bir problem olmuştur.” Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in, ‘Salname 1970 Yıllığı’nda yer alan ‘Gıda Tarihimizde Öğle Yemeği Yoktur’ başlıklı yazısını alıntılanmış.

Okudukça vay be diyorum… Anadolu’da dolaşırken görüyoruz ki sabahleyin kuvvetli bir yemek var. Öğleyin yenmiyor. Akşamleyin bilhassa köylerde kâfi aydınlanma olmadığı ve öğle yemeği de yenmediğinden güneş batmadan önce gün aydınlığının son saatine yemek var. Buna hâlâ birçok yerlerde devam olunuyor.

Bu nereden geliyor? Tarihimizde vakfiyelerden ve İstanbul’daki imaret aşhanelerinden sabahleyin kuşluk vaktinde ve bir de akşamleyin yemek öğrencilere ve vakfın diğer memurlarına veriliyor. Bazı devlet memurları da imaretten yemek alıyor. Ya orada yiyor; veyahut evine götürüyor. Onlara akşam yemeği vermek yok. Lakin öğrenciler ve onlardan verilenlerden kalanın fazlasının verildiği fakirler var.

Selçuklu, beylikler ve Osmanlı vakfiyelerinde de böyle.

Pekiyi öğle yemeği nereden çıkıyor?

Yazarın ağzından dinlemeye devam ediyoruz. Bu da 125 sene önce Tanzimat ile bir nevi Avrupaperestlik olarak, esas ana prensipler üzerinde olmayarak sırf bir nevi alafrangalık da maalesef beraber girdiğinden esaslaşıyor.

Bir Avrupa modası olarak yer aldığını görüyoruz. Lakin bizim kendi malımız olan hafta ve erfane ile gidilen gezintilerinde yemek yine öğleye yaklaşık olmakla beraber tam o değildir. Sofra kurulu durur, önce birlikte yemek yenir. Sonra gezenler, tozanlar, acıkanlar, susayanlar; o hazır sofrada duranlardan gide gele çimlenirler. Fakat esas yine kuşluk yemeğidir. Gezintilerde de bu anane bozulmaz. İmaretler ‘de yine yemekler iki öğün verilir.

XX. asır başlangıcında iş değişmiş; umumileşmiştir. Ne var ki Garp ve bilhassa Amerika bu garip ve asla sıhhî olmayan ve bilhassa kafa ve vicdaniyle çalışacakları yoran öğle yemeği usulünden feragat yolunu tutmuştur.

Avrupa’da bilhassa İngiltere’de dünyanın eski usulüne uyarak öğle yemeği halk tabakası arasında yoktur. Onlar da sabahleyin kuvvetli yerler ve akşama kadar yemezler; öğleden sonraki çalışma verimi düşmez.

Bu öğle yemeği bütün dünya yüzünde yeniden ele alınacak bir sosyal ve ekonomik bir problem olmuştur. Birçok şahıslar bunu kendi üzerlerinde yapmağa muvaffak olmuşlardır. Hele yatılı mekteplerde öğle yemekleri düşünülecek ve acil hal çaresi arayan bir konudur. Öğleyin mükemmel yiyen bir çocuk öğleden sonraki derslerini dikkatle takip edemez. Uyuklamalar ve söylenenler üzerinde düşünememek hep öğleden sonradır. Ve bu cihetle bu derslerden tam ve müspet netice elde edilemez.

Mekteplerimizde bizim orta ve yüksek tahsil devrelerimizde ekmek ve peynirle vakit geçiştirirken fakir talebenin derslerinde ve imtihanlarda muvaffak olma sebeplerinden biri de bu yoksulluklarıdır. Zengin çocuğu ve yatılı okullarda mükemmel öğle yemeği yiyenlerin muvaffakiyetleri daima düşüktür.

Bunu dünya çapında bir mesele olarak bugünkü pek de yerinde yolunda olmayan kıt düşüncelerimizle hal yoluna gitmek zordur. Fakat fertler kendilerini kurtarma yoluna gidebilir; öğle yemeklerini memurlar ve öğrenciler ve öğretmenler kaldırarak yerine hafif bir sandviçle işi geçiştirebilirse cemiyeti bundan değil; amma kendi kafalarını ve sağlıklarını ve iş zamanında kendilerini yemek hastası yapmaktan kurtarmış olurlar.

On asır önce dünyanın en büyük ve çok değerli Müslüman hekimi Buharalı İbn Sina der ki: “Günde bir defa ye; kuvvetli ye; bu sana kâfi gelir; zira bağırsaklarımız uzun olduğundan hazım devresi uzun sürer. Eğer bağırsaklarımız kuşlarınki gibi kısa olsaydı nefes alır gibi yerdik.” (Süheyl Ünver, Salname 1970 Yıllığı, sf 90-94, Alıntılayan: Necdet Ömer Özer)

Üstat böyle demiş ama biz ikisine -beyne mideye :)- de yatırım yapalım, sporla çözeriz kilo problemini  :))) Anadolu’nun eşsiz lezzetlerinden vazgeçmek zor. Hatta Avrupa Birliğine girersek kokoreç yasaklanacak mevzuları konuşulduğunda gerekirse girmeyelim kokoreçten vaz geçmem demiştim :)))

Velhasıl, arabanın benzini neyse yediklerimizde o dur! Yememize, içmemize dikkat edelim.  Rus Atasözleri der ki; Sabah kahvaltını krallar gibi et, öğlen yemeğini dostunla paylaş, akşam yemeğini düşmanına ver. Bu minvalde Prof. Dr. Canan Karatay noktayı koyuyor: “Sabah kahvaltısı krallar gibi Öğle yemeği dükler gibi Akşam yemeği fakirler gibi yenecek.

Böyle biline; hörmetler efendim :))))

[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row] ]]>
KESİN BİLGİDİR YAYALIM :) 2020/02/20/kesin-bilgidir-yayalim/ Thu, 20 Feb 2020 18:08:07 +0000 ?p=637 BİR KAVANOZ REÇEL, BUNLAR DA GEÇER 🙂

Nedenini bilmiyorum bugün içimde cıcıl cıvıl kuşlar ötüyor.

O ZAMAN HEP BERABER AYNAYA BAKALIM, HEP BERABER GÜNEŞE YÜRÜYELİM…

Yürüyelim: Çünkü “Duranlar yürüyenlerden daha çok ses çıkartırlar”.

Bugün ağır abi takılacağız 🙂

Hayatta en büyük sıkıntı insanın kendisi gibi olmaması maske takarak yaşamasıdır. Bir yerde de okumuştum oradan buradan şuradan ortaya bir karışık yapayım. 🙂

NEDEN KENDİN OLMADIN?

“Kendisi olmak yerine, sahip olduklarına dönüşen insanlar dünyasında yaşıyoruz.

Bir şeye sahip olmaya hiç karşı değilim. Ancak onların insana sahiplenmesine müsaade etmemek gerekir. Biz bir ev alıyoruz. Sonra o evin taksitlerini ödeyebilmek için köle gibi çalışıyoruz. Ev orada duruyor ve beni çalıştırıyor. Bir araba alıyoruz Gece uykularımız kaçıyor. Devamlı olarak, çaldılar mı çalmadılar mı diye kontrol etme isteği duyuyoruz. Onun bekçisi oluyoruz. Araba beni kullanıyor.

Peki, bir şey bize sahip oldu mu olmadı mı nasıl anlarız? Onu kaybettiğin zaman yıkılıyorsan bitmişin demektir.  Ruhunu ona satmışın, o gittiği zamanda sen de gidiyorsun. Yani bir şey elinden gittiği zaman üzülüyor musun, üzülmüyor musun? O zaman en başından ona sahip olma daha iyi. Çünkü her şey kaybolmaya ve yok olmaya mahkûm.

MUTLULUK NASIL SAĞLANIR? 

En büyük aldanışlarımızda biri, içsel ihtiyaçlarımızın, dışsal maddelerle karşılanacağını beklememiz. Onlar seni sadece uyuşturuyorlar. Mesela diyoruz ki “Daha büyük bir eve çıkarsam mutlu olacağım.” Sonra daha büyük bir eve çıkıyoruz. O, bir süre seni mutlu ediyor çünkü uyuşturuyor. Ancak mutsuzluğun içten içe devam ediyor ve aldığın ev bir süre sonra tatmin etmemeye başlıyor. Daha çok param olursa diyoruz ama para öyle bir şey ki; hiç kimsenin hiçbir zaman yeterli parası yoktur. Para olursa mutlu olurum diyoruz. Paran oluyor, o para bir süre bizi uyuşturuyor. Ancak daha sonra yetmemeye başlıyor ve yine ihtiyaç hissediyoruz. Aynı uyuşturucu gibi. PARA EN BÜYÜK UYUŞTURUCULARDAN BİR TANESİ ZATEN…Param olsun sonra istediğim hayatı yaşayayım diyoruz, önce sahip olmak daha sonra olmak gibi yanlış bir düşüncemiz var. Hâlbuki önce olmak lazım. Sen önce bir zengin ol. Sonra paran zaten olur. Zengin olmak demek, ihtiyacın olmaması demektir.

KALİTELİ YAŞAMIN 3 KAYNAĞI

Birincisi nezaket; öncelik nezakette… Bu çok önemli. Nezaket derken “Siz buyurun, yok siz buyurun” kibarlığını kastetmiyorum. Karsındakinin varlığını kabul etmek, ona saygı göstermekten bahsediyorum. Dalia Lama’nın bir sözü var “Benim dinim nezakettir.” Bizim İslam dini de bu şekilde nezaket üstüne kurulmuş. ‘Haddini bilmek’, ‘edep’ çok güzel ifadeler. Karşındakine gerekli saygıyı göstermek, onun da var olduğunu kabul etmek… Nezaketi öncelikle kendimize karşı göstermiş olmamız gerekiyor. Benim bu kadar kilo almış olmam kendime göstermiş olduğum nezaketsizliktir. Kendi ihtiyaçlarımı bilip, eksiklerimi bilip onları zamanında karşılamak, bir yerimde ağrı varsa ilgilenip doktora gitmek kendime nezakettir. Bundan sonrası, seni tanımak… Sana geçerken yol vermek, yardım etmek senin benim isteklerimi yapmak için değil, kendi isteklerin için ortaya çıktığını kabul etmem ve tanımam ve olmak istediğini olmana da imkan vermem bir nezakettir. Ayrıca son olarak çevreye karşı nazik olma bir başka nezakettir. Ağaçları yok etmemek, çevreyi kirletmemek…

İKİNCİSİ BU DÜNYADA MİSAFİRSİN… Bu dünyaya öğrenmeye geldik ve bu yolculuğun edeplerine uymamız lazım. Bu dünyada misafir olduğunu bileceksin. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Dolayısıyla şikâyet etmeyeceksin. Teşekkür edeceksin ve bırakıp gideceksin. Yapışmayacaksın. Yolcu yolunda gerek. Dolayısıyla hayat hep bir “merhaba” ve” “hoşça kal” lardan ibaret. Bu bizim kaderimiz. Her yeni karşılaştığımız insan yeni bir parantez. Mühim olan bizim o parantezlerin içini nasıl doldurduğumuz. İyi şeyler şeyler doldurmak var, kötü şeyler doldurmak var. Bu bırakmalar sırasında, aldığımızdan daha iyi bırakırsak her yeni parantezi, dünyayı daha iyi bir yer yapmış oluruz

VE ÜÇÜNCÜSÜ SEVGİ. Sevgi bahsettiğimiz ‘BEN’i çevrenle ve evrenle bir bütün hale getiriyor. Tabi o benden kurtulmak kolay değil. Ne zaman karşındakini sahiplenmeye kalkarsan, o sevgi olmaktan çıkıyor ve ihtiyaçlarını karşılamak için bir enstrüman haline geliyor. Sahiplenip, senin üstüne düşen insan, aslında seni sevmiyor, kendi eksiklerini kapatmaya çalışıyor. Kendini seviyor da diyemeyeceğim çünkü kendini sevdiğin zaman kendinle de bütün olman lazım. Kendini sevmeyen insan seni sevemez. “3 türlü sevgi vardır. 1. Eğer türlü sevgi 2. Çünkü türlü sevgi 3. Her şeye rağmen sevgi… Seviyorum eğer o bana bunu, şunu yaparsa seviyorum dersen adı eğer türlü sevgi olur. Seviyorum çünkü onun şuyu var, buyu var dersen adı çünkü türlü sevgi olur. Rağmen türlü sevgide elbette sıkıntılar var ama ben sevgime ve karşındakinde sevgisine güveniyorum her şeye onunla varım, onunla birlikte üstesinden geleceğim demektir.” Velhasıl “KİŞİ KİM OLDUĞUNA GÖRMEK İSTİYORSA SEVDİĞİNE BAKSIN.” (Mevlâna) SEVGİNİZİN ADI NE? 

Hörmetler efendim 🙂

]]>
Aşka Kapak Olsun! 2020/02/10/aska-kapak-olsun/ Mon, 10 Feb 2020 18:04:57 +0000 ?p=635

Ahali Selam! Bu sefer ki muhabbet durağımız AŞK!

NEDEN Mİ? Bütün meselemizin özü aşktır. Hayata aşkla bakmak lazım… Evde, işte her yerde aşk lazım bize… Çünkü; aşkta kavga yoktur. Aşkta barış vardır, hoş görme vardır, birbirini tamamlama vardır. İşine âşık olan görevinin hakkını verir. Eşine, ailesine âşık olan mutlu ailenin resmini çizer. Ülkesine aşk olan bir şeyler üretir.

Yani HER ŞEY BİR AŞK’LA BAŞLAR…

SÖYLEYECEKLERİM ÜÇ KELİMEDE GİZLİ: ÇÜNKÜ, MEĞER, HER ŞEYE RAĞMEN…

ÇÜNKÜ; AŞK erkek ya da kadın olsun adamlığını, özünü, insanlığını gösterir.

MEĞER; AŞK ağır bir imtihanmış. Kimi zaman tarifsiz mutluluk veren, kimi zaman güldüren kimi zaman acılarla ölmeden önce öldüren…  Aslında aşk iyi bir öğretmendir; hayata dair farkında olduğumuz ya da olmadığımız birçok şey öğretir.

HER ŞEYE RAĞMEN; AŞK’A BAK, AŞK’I GÖR, AŞK’A GEL! AŞKSIZ KALMA…

AŞK’TA HERKES KENDİNE YAKIŞANI YAPAR.

Kısa kısa aşka dair akıl ve yürek çıkınımıza topladıklarımıza beraber bakalım:

1. GÜNÜMÜZDEKİ DURUM: “AŞK KİMDİR- NERDEDİR- NE İŞ YAPAR- ALINIR MI- SATILIR MI? Aşk mı? O bu şehirde şubesini çoktan kapattı. Veresiye çalıştığı için, yüklü miktarda sevgi borcu ile battı.” (Özdemir Asaf)

2. KADIN KİMDİR? Kadınlar erkeklere Allah’ın emanetidir. Hiç Allah’ın emanetine kıyabilirler mi? Kıyamazlar. Kıyabilenlerin ya akıl sağlıklarında sorun vardır ya da cidden cadıdır kadın 🙂 BİR DE BİZLER UNUTTUK! Kadınlara erkeklerin sorumluluklarını yükledik. Erkeklere de kadınların sorumluluklarını yükledik. Sonuç başkalaşmış kimlikler, ilişkiler doğdu; sözde aşklar, günü birlik âşıklar türedi. UYANMAK LAZIM.

3. Sevginin, aşkın günü olmaz. Olursa adı ne aşk olur ne de sevgi. Olur diyenler aşkın hocası Yunus Emre’ye küfür etmiş olurlar. BİZİM SEVGİMİZ BİR GÜNE DEĞİL BİR ÖMRE SIĞMAZ. Her gün sevgiyle doğar, sevgiyle yaşarız…

4. Kanımca kadınların en önemli ve ilk işleri, kariyerleri değil iyi bir evlat yetiştirmeleridir; hayata nitelikli insan kazandırmalarıdır. İyi bir evlat yetiştirdikten sonra çalışmalıdırlar çalışmak istiyorlarsa. Bu hususta bu sözlerimi teyit eden ciddi bilimsel çalışmalar var. Bu konuda devletimiz bence ev hanımlarına hem ciddi eğitimler hem de ücret vermelidir. Unutmayalım bir çocuk yetiştirmek geleceği kazanmaktır, bir ülkenin geleceğini yetiştirmektir, işte gerçek aşk budur!

5.”… Aşkı anlamak için yegâne sultana bakmak lazım… Aşk, Hatice’de görülüyor, onunla anlaşılıyor… Peygamber’e teklif ediyor evlenmeyi… Peygamber’in cevabı muazzam; eline bir saksı almış, içinde bir çiçek var, bu çiçeğin yanına bir ot dikmiş Hz. Peygamber ve şöyle demiş Hatice’ye: “Sen bu çiçeksin, ben ise otum; aynı topraktan beslenmemize izin verirsen evlenelim. Bu nasıl bir evlenme teklifi ve nasıl bir kabuldür ki karı-koca ya da daha doğrusu birbirine bakmayan, el ele Allah’a doğru yürüyen bir Allah sevgilisiyle eşinin bize örnek oluşundan ibarettir…” (Cemalnur Sargut – Her Nefes Dergisi 2013 Mayıs sayısı)

6. HAKKINI VEREREK SEVMEK LAZIM: “Eğer bir hayvanı severseniz o hayvanda hayatı boyunca sizi sever. Eğer bir insanı severseniz ne yapacağını inanın bende bilmiyorum.” 🙂  Seni seviyorum dan daha önemli cümlede var! “Sana güveniyorum”. Çünkü herkes herkesi sevebiliyor, ama herkes herkese güvenemiyor. Bu arada “Bir kadının canını yakmak, bankadan kredi çekmeye benzer; ikisini de yıllarca sürer.” 🙂

7.AŞK BİR ORTAKLIKTIR: “Egosu küçük, yüreği koskocaman, sempatik, zihni berrak, %50 dert, hayal, sevgi, bilgi, ömür boyu aşk ortağı aranmaktadır.”

8.“AŞK YAZILMAZ, YAŞANIR… ŞİMDİ AŞKI YAŞAMAYANLAR YAZIYORLAR… Bilgiyi aktara bilirsiniz, görgüyü aktara bilirsiniz ancak aşkı aktaramazsınız. Onun için yapacağınız tek bir şey var sadece ama sadece dua etmek… Ha unutmadan “SEVDASI BÜYÜK OLANIN İMTİHANI AĞIR OLUR…”  “GERÇEK AŞIKLAR AŞKIN LAFINI ETMEZ HALİNİ YAŞARLAR…AŞKIN SEVİYESİ VİCDANININ SEVİYESİ GÖSTERİR…” (Mustafa İslamoğlu)

9. Âşık olmakla sevmek arasındaki farkı sormuşlar (?) Cevaplamış Şems: Senin baktığına herkes bakar; ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes âşık olabilir; ama hiç kimse senin gibi sevemez. Tek fark sensin. Seni özel kılan sevdiğin değil, sevgin…

 10. KELİN TEK İLACI BU! 🙂 Ayşe validemiz Peygamberimizle (S.A.V) yeni evlenmişti. Eşinin kendisini sevip sevmediğini; ne kadar ve nasıl sevdiğini merak etmekteydi. Ayşe validemiz bu düşüncesini Peygamber’imizle konuşmadan edemedi. “Ey Allah’ın Resulü, beni seviyor musun? “Peygamberimiz: Evet, ya Ayşe, tabi seviyorum! dedi.” Ayşe validemiz nasıl sevdiğini de merak ediyordu.? Hemen sordu. “Beni nasıl seviyorsun?” Peygamberimiz sevgi şeklini tanımladı sevgili eşine: “Kördüğüm gibi.” Bu cevap Ayşe validemizi çok sevindirmişti. Çünkü kördüğüm açılmazdı. Açılmayan, bitmeyen sırlı bir sevgi demekti.  Alacağı cevap onu çok mutlu ettiği için, Ayşe validemiz Peygamberimize sık sık sorardı: “Ey Allah’ın Resulü, kördüğüm ne alemde? “Peygamberimiz, Ayşe validemizi memnun eden cevabı verirdi her defasında: “İlk günkü gibi…”

“Sözünü kısa tut ki ömrü uzun olsun” demiş ya bir büyüğümüz. Fazla söze ne hacet…

VELHASIL evde, işte her yerde ilk günkü kördüğüm gibi bir aşk lazım bize… AŞK, aslında en içten, en derinden, en güzel bir duadır, AZI BİLE İHYA EDER, ADAM EDER.

[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row] ]]>
“ALGI NASIL YÖNETİLİR” MÜHENDİSLİĞİ. 2020/01/21/algi-nasil-yonetilir-muhendisligi/ Tue, 21 Jan 2020 18:03:01 +0000 ?p=632

JAPONLARDA HARAKİRİ, BİZDE KAKARA KİKİRİ:)

Dün fırsat bulup sosyal medyaya takıldım biraz. “Muhabbet baldan tatlıdır. Konuşmak kadar dinlemek de önemlidir. Otobüste gençlerin konuşmaları dikaktimi çekti: -“Amerikalıları, Avrupalıları kast ederek “Bilader  üst akıl bunlar, algı yönetimi yapıyorlar…”. 

Ben de algı yönetimine el attım!

Öncelikle “Gâvurların Şeytani “üst aklı” varsa, bizim de Rahmani aklımız var. Onların zannettiğiniz gibi akılları üst seviye olsaydı, müslüman olurlardı…”

Algı yönetimini hepinizin yakından bildiği bir yerden anlatacağım:

 Amerikan film endüstrisi Hollywood, Marvel, Disney ve DC evrenleri desem mutlaka birşey gelir aklınıza. İşte Marvel, DC evrenleri ve Amerikan film endüstrisi Hollywood algı yönetiminin merkezidir, bilinçaltı ön hazırlığı burada yapılır.

Nasıl mı? Hollywood, Amerikan tarihinin en kanlı terör eylemi olarak kabul edilen 9/11 saldırısını –daha saldırı gerçekleşmeden yıllar içinde defalarca filmlerinde işledi ve Afganistan, Irak işgallerine meşruiyet sağlamak için algı mühendisliği yaptı.

Marvel ve DC evrenleri de (tesadüfen:) bu sene aynı tema ile yeni bir macera arayışına girdiler. Hem Marvel hem DC fantastik evreninde, kahramanlar bu yıl birbirleri ile savaşacak. Marvel ‘de Kaptan Amerika Demir Adam’la, Batman ise Superman ‘le kapışacak. Aynı tarafta olmalarına rağmen, yöntemleri ters düştüğünde birbirine giren süper kahramanlar, her iki filmin sonunda da ‘’aslında hedefin bir başkası olduğu’’ temasıyla tekrar bir araya gelecekler.

Yani önce yıldızlar savaşı sonra gerçek savaş!..

Yani, göstermelik bir mücadeleden sonra “biz neden savaşıyoruz kardeşim? Aslında aynı tarafta değil miyiz? Asıl düşman falanca” diyip, kaostan düzen çıkaracaklar. Düşman olarak “islamı gösterecekler.”  Dertleri İslam…

Marvel ve DC evrenlerinde süper kahramanların süper kahraman olması için 2 şart vardır:

1- Başına bir kaza gelerek süper güçlerine kavuşursun.

2- Teknolojiden faydalanır süper kahraman olursun.

Başka hiçbir şekilde süper kahraman olunmuyor bu evrenlerde. Dikkat edin her ikisi de dışa bağımlı kader çizgileri çiziyor. Her ikisi de dış etkenler sayesinde yapabileceğini öğütlüyor çocuklara, gençlere… Oysa bizim tarihimiz bu değil. Bizim kahramanlıklarımız inançla şekilleniyor. ister Bedir savaşını al, ister Çanakkale… Her ikisi de bir inancın ürünü.

Sen çocuğa ”süper kahraman olmak istiyorsan ya teknolojiye sarılacaksın ya da başına radyoaktif bir kaza gelmesini bekleyeceksin” temasını sunarsan, o çocuk içe kapanık pasif biri olur çıkar. ”Kahraman bekleyen”lerden olur. Oysa bizim milletimizde ”Kahraman beklemek” yerine ”kahraman olmak” var. Aradığı süper gücü kendinde bulan bir ecdadın torunlarıyız.

İnanç ve milli değerlerden kuvvet alan süper kahramanlarımız yok veya vardı da unutuldu diyelim.. Süperman’in pelerini, Batman’in Batmobil’i yüzünden bizimkileri göremedik!

Fetih’teki isimsiz cengaverler olmalı mesela. Çanakkale’de 300 kiloluk top mermisini taşıyan çavuş veya Sırpsındığı Savaşının kahramanları olmalı…

Marvel bunu denedi. Bir türk kahraman yaptı adı Jannisary; yani “YENİÇERİ”. “Jannisary Marvel” için internete bakın nelerle karşılaşacaksınız. Bizi bizden önce çizdiler. Yemeyenin malını yerler hesabı…

Çizgi roman kültürü çok olmadığı için Türkiye’de az tanındı. Çizgi filmi de olmadığından televizyona aktarılmadı ve çok bilinmedi bu yüzden. Amerika ve Avrupa’da serileri yapıldı, okundu, ama genel olarak yan karakter olarak kaldı. Avengers ekibinin Türkiye’de ki şubesi gibi oldu.

İşte böyle ya sen filmlerle, dizilerle yönlendirme yaparsın, hazırlarsın, ya da birileri gelir senin değerlerini alır istediği gibi sunar.

Unutma Batı medeniyeti, sahte, hayal kahramanların olduğu mağara medeniyetidir! Değerlerini unutma, ecdadına sahip çık! Çok eski bir filozof demiş ya; “ne kadar az bilirsen, o kadar güzel uyursun…”

Uyuma, ayağa kalk ey Anadolu…

[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row] ]]>