MUTLU BİR YAŞAMA DOĞRU
Mutlu Bir Yaşama Doğru Kendi Değerlerimiz ve Nasreddin Hoca’dan Gelecek İçin Akıl Notları
Dünyanın bizden, bizim kültürümüzden
öğrenecek çok şeyi var…
Önce bir yüzleşme: Bizlere mutluluğu,
huzuru kazandırtacak temel bir şeyi kaybettik.
Hayatımıza çağırmamız gereken,
kaybettiğimiz değer, Anadolu’yu bizlere yurt eden Alperenlerin aşkıdır,
sevgisidir.
Hayatımıza çağırmamız gereken şey,
Alparslan Gazi’ye Malazgirt’te elbiselerini kefen diye giydirten hummalı
sevdasıdır. Asırlar sonra bile insanları hayran bırakan, mermerde laler
açtırtan Mimar Sinan ruhudur, heyecanıdır, sevgisidir kaybettiğimiz.
Kaybettiğimiz, siftah yapmayan komşusuna,
siftah yapmış esnafın müşteri göndermesini sağlayan sevgidir, kardeşliktir
duygusudur.
Yeniden diriltmemiz gereken ; “Allahım bu
milleti bir İstiklal Marşı yazdırmasın” diyen Akif’in millet sevgisi, esirgeme
duygusudur.
Kaybettiğimiz, Fuzuli’ye “Aşk imiş her ne
var alemde ”dedirten “Başına taştan taşa urup gezer avare su” dedirten aşktır,
ıstıraptır.
İşte Mevlana’ya, ölüm için “Düğün günü
”dedirten sevgiyle yürümemiz ondadır. Onun için, şark kurnazlığı ile değil,
Bizans entrikaları ile hiç değil, Taptuk Emre kapısına eğri odun bile
getirmeyen Yunus Emre sevgisinin sadakati ile, bedelleri göze alıp dosdoğru
yürümeyi seçiyoruz. Bu sevgiye muhtacız. Her şeyini paylaşan bir toplum için bu
sevgiyi büyütmeyi seçiyoruz.
İhtiyacımız olan ve çözüm “sevgi toplumu”nu
oluşturmaktır. Sevgi toplumunun ancak kendini tanımış, olgunlaştırmış,
gerçekleştirmiş ve iletişimi güçlü bireylerle sağlanabileceğinin de
farkındayız. Birbirimizi sevmeye, sevgiyle kenetlenmeye muhtacız. Hüsnüniyetle
birbirimize yaklaşmaya, birbirlerini ören sağlam tuğlalı binalar gibi birbirimize
tutunmaya ihtiyacımız var. Aklın yolu bu, tarihin öğrettiği ve gelişmenin esası
bu. Ne güzel demiş Yunus: “Sevelim, sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.”
Bunun için de kültürümüzden,
değerlerimizden beslenelim, aklımızdaki soruların cevabını Nasreddin Hocamızdan
öğrenelim…
Nasreddin
Hocamızın birinci dersi:
Sizce Maskesiz Yaşamak Çok Mu Zor?
Hepimizin içinde bulunduğumuz ortamlara
göre rolleri vardır. Anneyiz, babayız, öğretmeniz, abiyiz, ablayız, arkadaşız,
komşuyuz… Ama bu rolleri ne kadar sahici yaşıyoruz? Roller bir artistlik mi
oluyor, yoksa kendimiz olarak mı çıkıyor yaşam sahnesine?
Çoğu kez kendimizi unutur, rollerimizin
maskeleriyle çıkarız hayat sahnesine. Bazen gaza geliriz, avcı hikâyelerindeki
gibi atarız. Abartırız kendimizi. “Ne muhteşemmiş!” demelerinden haz alırız.
Oysa kim her alanda süperdir ki? Kim her işi başarabilir? Herkesin yeteneği
farklıdır. Hepimiz bazı konularda yetersiziz ve yardıma gerek duyarız. Yardıma
gereksinim duyduğumuzu belirtmezsek kim bize yardım edebilir ki?
Bilmeyen yoktur Nasreddin Hoca bir gün
kırda gezerken başıboş bir ata rast gelir. Bu hayvana binmek ister. Atı yakalar
ve binmek için sıçramaya başlar. Fakat bir türlü bu işi beceremez. Tekrar
uğraşır fakat kendini yerde bulur. Kendi kendine : “Hey gidi gençlik
hey” diye söylenir. Etrafına bakar kimse yok, “bırak bunları Nasreddin,
ben senin gençliğini de bilirim”, der.
Maskeleri yüzümüzden çıkarmalıyız. Ve
yaşamın belli yasaları var. Bunları bilerek yaşamalıyız.
Hocamızın kısa düşüncelerini uzatalım
bakalım neler çıkacak.
Gerçekçilik Yasası… İlk gözümüze çarpan
Hocamız gibi attan düşebiliriz! Lakin başarısızlıklarda mazeretlere
sığınmamalıyız, mazeret üretmemeliyiz. Gerçekçi olmalıyız, aynayla
yüzleşmeliyiz. Yaşadıklarımızdan dersler almalıyız. Zira “mazeret kaybedenlerin
tesellisidir”. O zaman yaşamın ilk kuralı gerçekçi olmaktır. “Gerçekçi
olup imkânsızı istemeliyiz.” Yani gerçekçi olursak, ama yalnız ve yalnız
gerçekçi olursak, imkânsızı başarabiliriz..
Kendisiyle Barışık Olma İlkesi… İnsanların
başkalarının gözünden düşme korkusu ile rol yapması, gerçekçilikten kopması
anlamını taşır. Sonuç el âlem için yaşarız. Kendimiz olamayız, başkaları bizi
yönetir. Bu da insanın özüyle, yaratılış amacıyla bağdaşmaz, bilgisayar
sisteminde olduğu gibi programlara yanlış kod girilmesi anlamı taşır. Nasıl
program hata verir, çalışmaz. Bunun anlamı yalanlarla dolu, zevk alınmayan,
kaybedilen bir hayattır. O zaman kendimizle barışacağız. Biz biz olacağız.
Kendini ve Haddini Bilme İlkesi… En iyi
kendimizi tanıdığımızı sanırız, aslında en uzak kendimize değil miyizdir?
Kendimize yabancıyızdır, kendimize düşmanızdır. “’Olmak istediğimiz gibi değil,
ama olduğumuz gibi’ çıkarız insanların karşısına… İçimizde noksanlığı gibi
gözüken lütfu kabul etmekle biraz daha yaklaşmışızdır aslımıza ve çözülmesi zor
olan hayat bilmecesinin önemli bir parçasına. Bu düşünceler ışığında
fıkramızdan alacağımız başka bir ders unutmamalıyız ki O bir Hoca, at binicisi
değil. Bunda başarısız olması ona ne kaybettirir, başındaki kavuğu alacak
değiller. İddialı olduğu alanda başarısız olunca itibar kaybetmez ki. Demek ki
uzman olmadığımız konularda büyük konuşmayacak, bilmediğimiz konuda ahkâm
kesmeyeceğiz, sonra mahçup oluruz. En yakınımızı dahi kaybedebiliriz.
Bilmediğimiz konularda ileri gitmeceğiz! O zaman kendimizi ve haddimizi
bilmeliyiz.
Duygusal Dürüstlük İlkesi… Bir başka
çıkarabileceğimiz ders, yaşam yasası, insanın kendisine karşı dürüst olması
fakat aynı dürüstlüğü çevresine karşı sergileyememesidir.
Dikkat etmemiz gereken nokta hayat yürüyüşünde insanları tanımalı ve ayırt
etmeli sonra gerçek değerini, sevgimizi vermeliyiz. Zira tam tanımazsak diyor
ya yazar “İnsanları tanımak için tüm gücünüzü verin, ama tüm sevginizi
vermeyin. Çünkü onları tanımaya başladıkça verdiğiniz sevgiye acıyacaksınız.”
İnsanın çevresini aldattığını sanırken bile
kendisinin gerçekte düzeyini bildiğini, kendisi olması gerektiğini; insanın iki
yüzüne ayna tutarak iki yüzü de karşılaştırma olanağı veriyor. Mevlana’nın
“Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol”, dersini Hoca bu fıkra
yoluyla veriyor.
Hocamız da dünya atından düşerek son
anımsatmasını yapıyor; hayata geliş amacımız bellidir.“ Hayat yaşandığı kadar
vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir
tek yerde kabul ediyor. Maskeli yaşamakta doğal haliyle yaşamamış olmakta .”
Yine müthiş Hocamız. Bir fıkrasına daha
dünyaları sığdırmış. O zaman üzerimize düşeni yapalım: Maske takmayalım.
Başkası olmayalım kendimiz olalım. Herkes doğal haliyle güzel…
Nasreddin Hocamızın ikinci dersi:
Hangi İnsan?
Sonsuzluğun Güneşi GÜZEL AHLAK, Güzel Ahlakın İlk Basamağı: DOĞRU, DÜRÜST
İNSAN olmaktır:
1)
Kendinle ve Çevrenle Dürüstlük: Akıl Bir Ağaç, Dürüstlük
Meyvesidir:
Hiçbir kimsenin karşı çıkmayacağı, destek
vereceği fakat uygulamada günümüzde sıkıntılı olan, kaçtığımız, ağzımızda laf
salatası yaptığımız değerler var. İşte bunlardan biri!
Hocaya bir gün “Kaç yaşındasın hoca?”
demişler. “Kırk” demiş. Aradan yıllar geçmiş yine sormuşlar aynı soruyu hoca
yine kırk demiş. Ama hoca, sen bundan on yıl öncede kırk demiştin, bu nasıl
oluyor? Diyenlere de “Er kişi sözünden dönmez, söz bir Allah bir. Yirmi yıl
sonra da sorsanız gene söyleyeceğim budur” demiş.
Ne müthiş bir cevap: Tek bir cümle işi
bitiriyor. Hocamızın yaşının hiç değişmeyecek olması bizlere “ iki önemli
hususu anlatıyor, ardımdan yolumuzu gösteriyor: biri yaşlanma sendromu diğeri
her zaman özüyle sözüyle doğru insan olmak”
Hocamızın ilk husustaki düşüncesi şu:
“Yaşlılık mı? Yarın Yaşanmadı ki, Birlikte Tadacağız!
İnsanoğlu hep genç, güzel kalmak
ister. Kimse yaşlanmak istemez! Öyle
doğrudur ki insanoğlu yaşlanmaktan korkuyor, her geçen gün estetik
ameliyatların sayısı artıyor, insanoğlu elindeki imkânlarla bir yerlerini genç
tutmaya çalışıyor. Hocamızda bir ara bu gelgitlerle karşılaşmış. Ve sıkıntısını
tüm bunları düşünerek, böyle çözümler bularak kendi içindeki güçlü iletişimiyle
aşmış. Oysa hayat her mevsiminde güzeldir, her yaşın farklı, kendine has
güzellikleri vardır. Önemli olan her yaşın güzellikleri doyasıya yaşamaktır.
“Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer çıktıkça yorulursunuz, nefesiniz tıkanır,
ancak çıktıkça zirveye görüş açınız genişler.” Böyle düşünmezsek hayatımız
zulüm olarak geçer.
Hocamızın sözünden yola çıkarak diye
biliriz ki insan yaşlanır. Yaşlılığı sorulunca, yaşını söylemekten kaçınması,
gizleme arzusu değil, yaşama dört elle sarılmış olmasıdır.
Diye biliriz ki yarını yaşamadık ki. Dünün
yaşlısıyız ama yarını biz de ilk kez yaşayacağız. Ve hissettiğimiz yaştayız.
Diye biliriz ki yarın kadar genciz. Gelecek
gençtir, tazedir.
İkinci olarak anlatmak istediği: her zaman
özünle, sözünle, davranışlarınla doğru insan ol.
Demek ki sözümüzde doğru olmalıyız:
Sözlerimiz işlerimiz arasında tam anlamıyla bir uyum olmalıdır. Doğru
sözlülüğün karşıtı yalancılıktır. Yalancılık ise kötü bir huy ve nifak
belirtisidir.
Ayrıca duygusal olarak dürüst olunmalıdır.
Ancak o zaman gerçek hislerinizi ifade edeceğizdir. Aksi halde 2–3 günde aşk
oluruz, 1 ay da severiz! Bunun için,
önce duygularımızın farkında olmamız gerekir. Eğer duygusal olarak dürüst
olabilirsek, derinlerde yatan gerçek kimliğimizi anlamayı başarabiliriz. Bu
kendimizi kabul edebilmemizde yardımcı olacaktır. Ayrıca zamanımızı nasıl ve
kiminle harcamak istediğimiz konusunda daha iyi seçimler yapmamızı
sağlayacaktır. Dürüst olmak yolunda cesaretlenmeliyiz, kendimize güvenmeliyiz.
Demek ki özümüzde doğru olmalıyız: Sözümüz
gibi özümüzde de doğru olmalı, içimizi kötü duygu ve düşüncelerden
arındırmalıyız. Daha açık bir ifade ile düşündüğümüz gibi konuşmalı,
konuştuğumuz gibi olmalıyız. Sözümüz ile özümüz arasında ayrılık olmamalıdır.
Böyle olduğu takdirde olgun insan oluruz.
Demek ki işimizde doğru olmalıyız: Sözümüz
ve özümüz doğru olunca işimiz de doğru olacaktır. Bu başarımıza yansıyacak,
hayatımıza renk katacak, mutlu yaşayacağızdır. İşimizde hile ve haksızlık
yapmamalıyız. Kendi işimizi sağlam ve hilesiz yaptığımız gibi başkalarının da
işini aynen kendi işi gibi yapmalıyız.
Bir başka öğrendiğimiz şey; Hocamızın
öğretilerinde insanları eğitmek var. Olayın bütünü görerek dersler verir.
Dürüst olmayanların vicdani gelişmemiş, şahsiyeti olgunlaşmamıştır. Bunun için
gerekli eğitimi almamış, şahsiyet gelişimini tamamlamamıştır. Dürüst olmayan
kişiler, hayatlarının gayesini, hedefini tespit edememiş veya yanlış tespit
etmişlerdir. Böylelerinin hayatini yönlendiren menfaatleridir. Gülücükleri ve
saygıları gösterişten ibarettir.
Hocamız altın değerinde ki bu fıkrasında;
“yaşa takılmayalım, dosdoğru olmalıyız”. Hayatımızın temel taşı olmazsa olmazı
dürüstlük olmalıdır. Bizi bu uğurda kocatsa, üzülsek bile. Çünkü dürüstlüğün
sonucu hep aydınlıktır müjdeler vardır. Daha güzel bir yaşam bizlerle
olacaktır. Dürüst olup ta sonuçta kaybeden, üzülen görmedim, kendimize ve
karşımızdaki kimseye dürüst olmamız gerektiğini vurguluyor. Dürüst, doğru,
hakikat peşinde koşan, gerçekçi kimseler olmalıyı öğütlüyor.
Akıl bir ağaç, dürüstlük ise meyvesidir. Sevdiğin
müddetçe ve sevebildiğin kadar
Sevdiğine herşeyini verdiğim müddetçe Ve
verebildiğin kadar Gençsin.. Her zamanda
bunun doğrulunu görebiliriz: M. Akif Ersoy ,“Budur benim hayatta beğendiğim
meslek, sözün odun gibi olsun doğrun tek.” Yunus Emre , “Doğru olsan ok gibi,
elden atarlar seni, Eğri olsan yay gibi, elde tutarlar seni, Menzil alır doğru
ok, elde kalır eğri yay”, Cümleler
doğrudur sen doğru isen, Doğruluk bulunmaz sen eğri isen. Afrika sözü, “Yalan bir yıl koşar,
doğru onu bir anda geçer.” Wendel Philips, Doğruluk sonsuzluğun güneşidir,
nasıl olsa doğar. Hz. Ali, Eğri olanın gölgesi de eğridir.
Velhasıl, Hocamız her şeyin kıymetini bilir
ve çevresiyle de paylaşırdı. “Güven kazanmak dürüstlükle mümkündür ve kazanması
uzun zaman alır yok edilmesi bir saniyedir. Dürüstlük öğrenilebilecek bir
yetenektir. İçinizde kendinize ait duygularınız olduğunu kabul etmekle, doğru
ya da yanlış olarak yargılamamakla ve bu duyguları kelimeler ile başkalarına
iletebileceğinizi fark etmekle başlar.
Hocamız asırlar ötesinden kısa öz
konuşuyor; daha yarın yaşanmadı ki! Dürüstlük uğrunda, doğruluk yolunda olmaya
çabalamak kutsaldır.
2)
Kendinle ve Çevrenle Dürüstlük: Yalansız Bir Dünyada Her şey Daha Güzel Olacak
Dünya bir deniz, insansa gemi; su alan
gibi, içine dünyayı aldıkça batıyoruz, mahvoluyoruz; içine girmediğimiz sürece
dünya hedefine gidiyoruz.
Çocukluktan beri de söylenir ya “sakın
yalan söyleme ağzını acı biberle doldururum.” Ama birkaç dakika geçmez öğüt
veren kendi yalan söyler. Çözüm acı doldurmakta mı kesinlikle hayır. Güzel
sözle, tatlı dille derdimizi anlatmaktır. Karşımızdakine insan olduğunu
anımsatmalıyız. Çocukken durum böyleyken yetişken nasıldır? Sık sık
kullandığımız bazı yalanlara bakıp kendimizle yüzleşmeye ne dersiniz? İşte
bazıları:“Kalsaydınız bir şeyler yerdik… Vallaha sarıda geçtim memur bey…
Kazanmak önemli değil mühim olan yarışmaya katılmaktı… Bu son sigaram… Sen
bir de beni gençliğimde görecektin… Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için…
İhraç fazlası bunlar… Kilolarımla barışığım ben böyle mutluyum! Formu
doldurun biz sizi ararız. Bu sene üniversite soruları çok basitti, keşke sınava
girseydim… Arkasından değil, burada olsa yüzüne de söylerim Gol atmayı
sevmiyorum. Asist yapmak daha çok hoşuma gidiyor. Sayısaldan para çıksa, önce
kimsesiz çocuklara sonra da yaşlılara bağışlarım… Haaa bi de okul
yaptırırım… Failleri en kısa zamanda yakalanacak… Benim isçim, benim
köylüm, benim memurum… Aaaa. Hoş geldin. Ben de şimdi sana geliyordum. Şimdi
ben seni arayacaktım, sen benden önce davrandın. Kapatmam lazım, ocakta yemek
var. Telefonu kapatmam lazım. Diğer hattan arıyorlar. Arayacaktım ama işler o
kadar yoğun ki, kafamı bile kaldıramıyorum. Vallahi çok yakışmış… Telefon
kapalı değildi… Demek ki çekmemiş. Hay Allah!!!” Birçoğumuzun yabancı olmadığı
konuşlarımızdan kısa bir özet.
Hocamız bazen bir fıkrasında birden çok
ders vermek isteye bilir, öğreti bakımından zenginlik vardır.Hocamız işte bu
fıkralardan biri…
İnsanı batıran zararlı maddelerden
başlıcasına Hocamızın yorumunun ne olduğunun bilmeyeniniz yoktur herhalde.
Nasreddin Hocanın canı bir gün yahni ister.
Kasaba gidip iki kilo et alır, eve gönderir. Hocanın karısı, yahniyi pişirirken
komşuları çıkagelir. Misafire ikram edecek başka şeyi olmadığından yahniyi pişirip,
komşularına ikram eder. Akşam olup da evine yorgun argın dönen Hoca, yahninin
özlemiyle sofraya kurulur.
Biraz sonra karısı Hocanın önüne bir tabak
bulgur aşı koyar. Hoca kızar: “Hatun,
hani bizim yahni? Karısı misafire ikram ettiğini söylemeye cesaret edemez.”
“Hiç sorma efendi! Senin gönderdiğin eti kedi yedi”, der. Hoca sofradan kalkar.
Kediyi tartar. Kedinin zayıflıktan bir deri bir kemik ve açlıktan bitkin halde
olduğunu görür. Bir karısına bir kediye bakar.“Hatun, gerçekten eti bu bizim
kedi mi yedi? diye sorar. Karısı:”Evet
Efendi! Bu utanmaz kedi yedi”, der.
Hoca, koşarak el terazisini getirir. Terazinin bir gözüne kediye, öbür gözüne
kilogramları koyar. Kedi tam iki kilo gelir.
Hoca karısına bakarak: “Bak hatun! Şu gördüğün bizim kedi tam iki kilo
geldi. Aldığım et de iki kiloydu. Bu tarttığım kedi ise, et nerede? Yok, bu tarttığım et ise, kedi nerede? !”
diye sorar.
Hocamızın bu fıkrası yalan ve yalancılığın
getirdiği noktaları, zararlarını anlatan müthiş bir öğretisidir.
Biraz fıkranın içine girelim bakalım neler
var.
Hocamız doğruya doğru, eğriye eğri
demektedir. Misafire ikramı överken, bu davranışı açıkça söylemesini
istemiştir. Ve karşı tarafa en sade şekilde anlatmak değil midir amacımız.
İletişimde açık olmak önemlidir. Sorumuzu açık sorup cevabını açık seçik almak
isteriz. Zira “bizim anlatmak isteğimiz karşımızdakinin anladığı kadardır” .
Kimi insanlar saf görüne bilir. Fakat nükteleriyle aldatma ve yalanlara
kanmadığını ispatlarlar. Hoşgörümüzü, affediciliğimizi ve sevecenliğimizi
kaybetmeden, hiç
bir zaman aptal yerine de kendimizi
kondurmadan her şeyin farkında olduğumuzu esprili üslubumuzla gösterebiliriz.
Bilmeliyiz ki karşımızda kim olursa olsun doğru söylemeliyiz. Gerçek er geç
ortaya çıkacaktır. Bunun kanıtı atasözümüzde de mevcuttur “yalancının mumu
yatsıya kadar yanar.” Her zaman lafın gerçeğine, doğrusuna talip olmalıyız..
Yalan söyleyen kimse değerini düşürür. Ve yalandan hiçbir zaman hayır gelmez.
“İnsan ömründe kıymetini hiç kaybetmeyecek daha da artacak değerlerden bir
tanesidir yalandan uzak durmaz. Yalandan yalancılıkta yok oluş vardır,
kaybediliş vardır.” Bir kimseyle aranızı açmak, kendinizden nefret ettirmek,
günü kurtarmak, güvenirliliğinizi yitirmek istiyorsanız yapılacak tek bir şey
vardır yalan söylemek. Yalan; niyette(özde), sözde, fiilde eylemde, tavırda,
görüntüde bilinçli gerçek dışı beyan, ifade veya tavırdır. Özde yalanı olanın
sözdeki doğruluğu onu kurtarmaz. Doğruya inanalım, doğruyu yaşayalım, doğruca
sabredelim, doğrulara teşvik edelim, doğrudan yana olalım. “Bugün aldatan yarın
aldanır” hayat gerçeğini unutmayalım. Her şeyin ana şartı doğru olmak ve
doğru değerlendirme yapabilmekten geçmektedir. Victor Hugo da söylemiş ya
“Şeytanın iki adı vardır. Biri şeytan öbürü yalan.”
Hocamızın bir başka anlatmak istediği konu
başımıza gelen herhangi bir olayda hamle yapmak için biraz duralım. Hareket
geçmek için bir adım geri çekilerek büyük resmi görelim, öyle adım atalım. Zira
ön yargılı olmamalıyız. Burada olduğu gibi önce kediyi tartmalıyız!
Araştırmalıyız, ölçmeliyiz, biçmeliyiz, karşımızdakini dinlemeliyiz ardından
kararımızı vermeliyiz. Ve bunu da karşımızdakine söylerken bir daha yapmaması
için caydırıcı bir ders niteliğinde, yumuşak bir üslupla belirtmeliyiz. Hocamız
bunu yaparken öle bir edada yapıyor karşısında ki kibarlık karışsında yaptığı
kötü davranıştan utanıyor. Yalan söylemenin ne kadar kötü olduğunu yaşayarak
öğreniyor.
Nasrettin Hocamızın hedefi belli 7’ den -77
‘ e BİRLİKTE YALANSIZ BİR DÜNYA KURMAK ‘tır…
Önce yüreğimize sonra evimize, iş yerimize
“ Bu mekânda yalan söylenmez” levhası
asmaya ne der siniz? Zaten yalansız bir dünya kurup rengârenk sevgi çiçeği olup
açmak değil midir hayata geliş amacımız.
Nasrettin Hocamızın bu vasiyetine ne derece
sahip çıktık, çıkıyoruz, çıkacağız cevabı bizde saklı…
Nasreddin Hocamızın üçüncü dersi:
Hayat Kütüphanesinin Paha Biçilmez
Bilgileri: TECRÜBE VE EMPATİ
Hayat” adlı bir oyunun oyuncularıyız.
Sağımıza, solumuza, önümüze, arkamıza
bir sürü rol konulmuştur. Rolümüz, yapmamız ve yapmamamız gerekenler, bellidir.
Hayat adlı oyunda mutlu olmakta mutsuz olmakta, başarılı olmakta başarısız
olmakta bizim ellerimizin arasındadır. Aslına bakılırsa çözümü belli olan bu
denklemlerin çözümünün bir parçası olmak varken hayatta karşılaştığımız
sorunların, problemlerin, umutsuzlukların… bir parçası olur çözümün
imkânsızlığına inanırız. Sanki ilk kez bizim başımıza geliyordur. Aslında
geçmişte hepsi yaşanmıştır! Hayat adlı oyunun kuralları, yaşanılacaklar,
başımıza gelecekler ve yapmamız gerekenler, çözümleri bellidir hatta yanı
başımızdadır çözümleri. Sadece görmek, fark etmek gerekiyordur.
O zaman diye biliriz ki hayatı farkında
olduğunuz kadar yaşarız. İşte Nasrettin Hocamızda bizden hayatın farkına
varmamızı istiyor. Her fırsatta bizim farkında lığımızı artırıyor. Çünkü mutlu
bir yaşam için farkında olmak gerekir. Ve insan yaşlanarak değil yaşayarak
olgunlaşır. Yaşam bunun örnekleriyle doludur.
Hocamızın bu hususta söyleyecekleri var,
kulak verelim ne diyecek…
Hocamız yaz günleri evinin damında
yatmasını severmiş. Bir gece evinin damında yatarken gece yarısı kalkması
icabetmiş. Uyku sersemliği ile bastığı yeri bilememiş ve dengesi kaybederek
damdan aşağı düşmüş. Hoca’nın vücudu hurdahaş olmuş ve kemikleri birbirine
geçmiş. Kazayı duyanlar geçmiş olsun demek için evine koşuşmuşlar. Her ziyaret
gelen:”Hoca Efendi, geçmiş olsun. Nasıl oldu da dikkatsizlik edip düştün? Şimdi
nasılsın bakalım?”demişler. Hoca bunlara sakin bir tavırla : “Siz damdan
düştünüz mü hiç? Diye sormuş. Birçokları bu sorunun ne maksatla sorulduğunu
anlamazlar ve Hoca’ya “Niçin sordunuz Hoca Efendi?”demişler. Hoca da: “Eğer
damdan düşmüş iseniz, halimi bilirsiniz. Anlatmaya lüzum yok. Eğer düşmemiş
iseniz ne söylesem yalandır. Anlayamazsınız. O halde anlatmaya hacet yok.”cevabını
vermiş.
Hocamız bizim ciğerimizi biliyor! Harika
bir dersler daha: Hocamızdan öğreniyoruz öğrenmenin bel kemiği yaşanmış
tecrübelerdir. Bizlerin tecrübelere bakışı ve aldığı dersler hayata bakışımızı
belirlemektedir. Zira “Yaşam, sürekli bir okuldur. Deneyimden daha güçlü bir
öğretmen yoktur, ama öğrenme isteği bulunmadıkça öğrenilemez deneyimden.”(B.
Shaw)
Aslında Hocamız damdan düşerek “başarının, mutluluğun ve kazanmanın
sürecini” başlatıyor. Burada yaşamda karşılaştığımız sıkıntılara, hatalara,
kusurlara ve başarısızlıklara dikkat çekmek istiyor. Ve başarısızlıklara,
hatalara, kusursuzluklara önceden ulaşma ve bunlara nasıl bakılması gerektiğini
vurguluyor, bunlardan bir şeyler öğrenmemizi istiyor.
Hocamız komşularına verdiği cevapta,
“başıma böyle bir şey gelmiş, sorgulamak neden? kim düşmek, hata yapmak ister
ki? Dikkat sizde damdan düşe” bilirsiniz! İşte önemli olan düştüğünüz yerden
kalkmaktır.” Diyor. Kalkmak neyle
mümkündür. Burada devreye tecrübeler, deneyimler giriyor. Örneğin, iş yaşamında
tecrübeye verilen ad hatalarımızın, üzüntülerimizin, başarısızlıklarımızın
toplamıdır.
Hocamızın anlatmak istediği bir başka ders
hatalarımız karşısında bizi diri tutacak bir bakış açısına ihtiyaç var bir de
hatalarımızın, üzüntülerimizin, başarısızlıklarımızın kıymetini
bilmemizdir. Çünkü “Kusursuz iki insan
vardır. Biri ölmüş, diğeri de doğmamış insandır.” “Hiç hata yapmamış adam, yeni
bir şey denememiştir, öğrenmemiştir.” (Einstein)
Demek ki kusurlar, hatalar ve
başarısızlıklar insanlar içindir ve insan olduğumuzun kanıtıdır. Hata yapamasak
makineden ne farkımız olur? Belki “Hayat yaşandıkça zorlaşır. Ama zorlaşmasa
hayat “yaşam” olabilir mi?”“Keskin bıçak
olmak için çok çekiç yemek gerekir.” “Hatalarımızın, üzüntülerimizin,
başarısızlıklarımızın kıymetini bilelim.”
Demek ki başımıza gelen olumsuz olaylardan
aldığımız dersler hayat kütüphanesinin paha biçilmez bilgileridir. Satın almak
istesek zaten alamazsınız hadi almaya
kalktık servetimiz yetmez!… İşte tüm bunlar hayata bakışımızı belirleyecektir.
Başka çıkaracağımız bir ders başkalarının
kusurlarını ve hatalarını araştırmamalı ve kusurlarına bakmamalıyız. Önce kendi
kusurlarına ve hatalarına bakıp, bulup düzeltme çabasında olmalıyız.
Mükemmelliği giden yol hatalarımızla, kusurlarımızla, başarısızlıklarımızla
barışmaktır.
Hocamız tecrübelere çok önem vermiştir.
Yaşamın farkındadır. Bizlerinde farkına varmasını istemektedir. Unutmamak
gerekir “Başkaların yaşadıklarını yaşayarak tecrübe edinmemeliyiz: Hani denir
ya “Genç sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun ama ben gençliğin ne olduğunu
biliyorum.”
Bundan sonra ne söylene bilir bilmiyorum.
Damdan düşmeye gerek var mı? Belki dene bilir ki tecrübeleriniz neler? Bugün
hayat okulundan ne öğrendiniz!
Nasrettin Hocadan “ Hayat” adlı Simülasyon
Örneği ve Çözümü
“Hayatı bize yaşadıktan sonra öğretirler.”
Diye düşünürüz. Biraz düşündüğümüzde göreceğizdir ki bir şeyi göz den
kaçırıyoruz. Bu da nasihattir. Nasihat deriz kulak arkası ederiz.
Nasihatler, deneyim, tecrübe ve yenilen
zorlukların iyi şeylerin bütünü, yaşanılan her şeyi fark edebilme adına bizim
yol pusulamızdır.
Yavaş yavaş önem kazanan
“simülasyon(benzetim)” adlı bir kavram var. Üniversitelerde ders olarak ta
okutuluyor. Simülasyona yaşayarak öğrenme
de diyebiliriz. Zorlukları fırsatları alternatifleri, problemi
rahatlıkla, maliyetsiz görüyorsunuz. Her şey “gerçek gibi yaşanıyor.” bu
yöntemle sorunlarla önceden karşılaşıyorsunuz tespit ediyorsunuz ve önleminizi
alıyorsunuz.
Simülasyon kavramının kanımızca sosyoloji
ve psikoloji alanında ki adı “nasihattir.”
Hayatı yaşarmış gibi yaşamaya devam etmek
yerine hayatı gerçekten yaşayarak hayatımıza hayat katalım nasihatlerle.
Böylece düşüneceğiz, sorgulayacağız ve hep kazanan biz olacağız.
Nasrettin Hocamız nasihatlere çok önem
verirdi. Her fırsatta emin olduğu bilgilei paylaşırdı.
Her
baba gibi Nasrettin Hoca da kızının iyi yetişmesi için elinden gelen her şeyi
yapmış. Hoca, kızına iğneye ip takmasına gelinceye kadar bütün bildiklerini
öğretmenin sevincini yaşamaktaymış. Nihayet hocanın kızı gelin olmuş. Ata
bindirilip baba evinden ayrılıp dünya evi, diye tavsif edilen yeni bir hayatın
başlayacağı eve doğru bir hayli mesâfe almış. Bu sırada Nasreddin Hoca, koşa
koşa gelin olan kızının arkasından gelip çok önemli bir şey unutmuşçasına kızının
kulağına gizlice şöyle demiş:
“Kızım, aman dikkat et! Sakın ola
iğneye ip taktıktan sonra düğüm atmayı ihmal etme. Sonra dikiş
tutturamazsın.”
Baba yüreğine bakın! Evladının az dahi
üzülmesini istemiyor.
Anlıyoruz ki nasihatlerin önemi büyük. İnsanoğlu hayatın koşuşturmasından tatlı
zevklerinden bazı önemli şeyleri unuta bilir. Ona hatırlatacak bir arkadaşı,
bir dostu, bir ailesi sevdikleri, çevresi olmalıdır.
Demek ki “Hayatta en değerli hem de en
değersiz olan şey nasihattir. Çünkü nasihat tutulursa en değerli fakat
tutulmazsa en değersiz şeydir.”
Hocamız bir uyardı bulunuyor ( Kızının
unutacağı düşüncesiyle) insan unuta bilir., tekrar kibar bir dille anımsatıyor.
Veya insan zaafı olan varlıktır. Elindeki olanaklara bakarak şanslı olduğunu
göremez, elindekilerin kıymetini bilemez. Ta ki kaybedene kadar. Kaybedince
elindekilerin değerini anlar.
Demek ki nasihatler bakış açımızı
genişletir. Gelişim nasihatle başlar ve devam eder. İnsanın kendine gelebilmesi
hayat oyununu fark edebilmesi nasihatlerle mümkündür. Mutluluk, güç, eğlence,
sevgi, barış kısacası hayata dair her şey nasihatle mümkündür.
Empatik
Misiniz?
Günümüzde insanlar birbirlerini anlamaktan
yoksun. Herkes kendi düşüncesini dikta etmeye çalışıyor. Hep ben haklıyım
diyor, karşındakini dinlemeden! Böyle olunca da sorunlar, sıkıntılar artıyor.
Birbirimizi doğru anlamıyoruz, birbirimize tahammül etmiyoruz, saygı
göstermiyoruz.
İşte Hocamızda bu konudandertleymiş. Her
ortamda tatlı dili, güler yüzü, mütevazıyle karşındakine anlamaya, doğru yolu
göstermeye, düzeltmeye çalışırmış.
Yine bir yaz günü Hoca’yı iftara
çağırmışlar. Ortaya önce buzlu bir hoşaf gelmiş. Ev sahibi çok muzipmiş. Eline
büyük bir kepçe alıp, hoşafı içmeye başlamış. Bir yanda da:“ öldüm, öldüm.”
Diyormuş. Hoca’nın elinde ise küçücük bir kaşık varmış. Hoşafı bu kaşıkla
içmeye çalışıyormuş ama ne tadını alıyormuş ne de susuzluğunu giderebiliyormuş.
Bakmış olmayacak ev sahibine şöyle demiş: “Efendi, şu senin kepçeyle bir de ben
içsem de bir kerecik olsun bende ölsem.” Demiş.
Hocamız bakış açımızı genişletmeye devam
ediyor. Bunu da bu fıkrasında karşısındaki kişinin yerine koyarak onun duygu ve
düşüncelerini doğru olarak anlama çabasını göstererek yapıyor.
Demek ki insanların birbirlerini
anlamasının en önemli yollarından birisi “empati kurmaktır.” karşımızdaki
kişinin duygularını daha iyi anlayabilir ve kişinin verdiği tepkileri de
algılamamız kolaylaşır. Bir diğer
anlamıyla empati yapmak insanlar arasındaki anlaşmazlıkları azaltır, insani
ilişkileri geliştirir, daha sağlıklı ve demokratik bir ortam yaratır.
Hocamız bunu ustaca yapıyor. Önce Hocamız
karşındakini izleyerek, yaptıklarını takip ederek kendini karşısındakinin
yerine koyuyor, olaylara onun bakış açısıyla bakıyor. O kişinin rolünde kısa
bir süre kalıyor, daha sonra da bu rolden çıkarak kendi rolüne geçiyor.
Sonra Hocamız bir kendi kaşığına bakıyor,
bir de ev sahibinin kaşığına; yani karşımızdaki kişinin duygularını ve
düşüncelerini doğru olarak anlayıp anlamadığını bakıyor. Karşındakinin ne
düşündüğünü tam, doğru anlayıp anlamadığına bakıyor.
Ardından bir eleştirmeyi değil uzlaşma ve
anlaşma sağlamak pozitif iletişim kurmak için uygun bir uslupla, hem güldürerek
hem düşündürerek “Bizde ölelim” diyerek taşı gediğine koyuyor.
O halde kuşkusuz sağlıklı bir iletişim için
içten ve dostça yaklaşım göstermeliyiz. Karşımızdaki insanı incitmeden ve
kişiliğine saygısızlık etmeden ve hoşgörülü davranarak göstere biliriz.
Hocamız gibi bizde karşınızdakini daha iyi
anlayabilir, karşımızdakiyle daha iyi anlaşabiliriz
Bir başka çıkartacağımız ders, kişiyi
tanıdıkça ve onun gibi duydukça olumsuzluklarını belirleyebilir ve oranda da
yardımcı olabiliriz. Buradaki temel nokta, kendimizi duygu sömürüsü yapıyor
durumuna düşürmeden, aşırılığa kaçmadan, onurunu incitmeden, gururunu kırmadan
ve işin cılkını çıkarmadan kararlı ve teknik bir biçimde hedefe kilitlenmektir.
Velhasıl “Hocamızda ölmek istiyoruz!” Yani
birbirimizi doğru anlarsak, algılarsak
ve hayatımıza pozitif yansıtırsak dünya daha güzel bir yer olacaktır. Hocamız bunu öğütlüyor…
Nasreddin Hocamızın dördüncü dersi:
Kazanmak Üzerine Dersler
Hani Hoca göle gitmiş balık tutmaya. Herkes
balık avlıyor. Oltasına bir balık takılacak diye bir heyecan, bir heyecan… Ya
avcıların oltasına bir de balık takılırsa, sen o zaman keyfe bak! Hoca da
oltasını salladığı kenardan başlamış yanında getirdiği yoğurtla göle yoğurt
çalmaya… Etrafındaki hemşehrileri ilkin şaşırmışlar. Fakat sonra almış bir
kahkaha. “Hoca” demiş Akşehirlinin birisi: “Göle yoğurt mu çalıyorsun? Göl maya
tutmaz ki?” Hoca, bıyık altından gülerek bir bakış atmış hemşerisine: “Ya
tutarsa!..” demiş.
Hani, hepimiz günlük yaşamımızda ‘ya
tutarsa’ diye bir şeyler yapmıyor muyuz? ‘Ya doğruysa!’ diye kafadan attığımız
cevaplar az mı? ‘Ya geçersem’ diye az mı arabanın gazına basmışızdır? ‘Ya
beğenirse’ diye giyindiğimiz giysiler olmadı mı? ‘Ya yetişirsem!’ diye otobüs
için koşturmadık mı? ‘Ya çıkarsa’ diye
alınan biletler az mı? ‘Ya kazanırsam’ diye yarışmalara girmiyor muyuz? Demek
ki yaşamımız‘ya tutarsa’ çabaları ile doludur. Tuttuğu zaman kazanacağımız şey
için risk alıyoruz. Yani umduğumuz kazanç için bir bedeli göze alıyoruz; yanlış
cevabı, yanlış adımı, boşa koşmayı, yahut harcanan yoğurdu!
Demek ki kazanmak için risk almak lazımdır.
Demek ki kazanmak istiyorsak bedelini
ödemeye razı olmak gereklidir.
Demek ki kesin bir kazanç yoktur hayatta;
ihtimaller üzerine kuruludur hayat.
Fakat gel gör ki Hoca gibi ‘olmayacak duaya
amin demek’ ne kadar doğru! İnsanlara gülünç gelecek kadar komik, olmayacak bir
şey! Göle yoğurt çalacaksın ve tutacak!.. Nafile bir çaba, boşa giden emek!
İsraf edilen yoğurt… Bir de bunu yaşıyla başıyla hoca Nasrettin gibi bir kadı,
yani aklıyla insanların sorunlarına çözüm üreten birisi yapabiliyor! Nasıl olur?
Gel de gülme…
Demek oluyor ki umut uğrunda mantıksız
adımlarla hayaller suya düşürülmemelidir.
Eşeği yardan uçuran bir tutam otmuş!
Kazanacağım diye eldekini de boşa harcamamak lazımmış. Göl yoğurt tutacak diye
elindeki yoğurttan da olmamak lazımmış.
Kazanmak sadece akıllı adımlar atmakla
olurmuş demek ki, imkansıza talip olmakla değil!
Bunlar ne kadar güzel derslerdir. İnsanın
kazanma hırsının nelere mal olabileceğini öğreten, eğiten, ‘kazanmak’ üzerine
derslerle dolu bir fıkra. Fakat Hoca’ya da haksızlık ediyor olmayalım? Gelin şu
fıkraya başka bir açıdan bakalım:
Hocamız göle niçin gitmişti? Balık tutmaya.
Herkes ne yapıyordu? Balık tutuyordu. O kadar balıkçının oltası arasında
Nasrettin Hoca’nın oltasına balıklar nasıl gelebilirdi? Hoca bu balıkları nasıl
kendi oltasına çekebilirdi?
Bilenler bilir; güneşli havalarda balıklar
yüzeyinde gölgelik olan yerlerde toplanırlar. Yaprakların altında mesela.
Yoğurt da yağlı olunca durgun göl suyunun yüzeyinde toplanır. Bir tabaka
oluşturur. Ve balıklar buraya doğru akın ederler. Hoca da oltasını çeker de
çeker… Gelsin balıklaarr!
Hoca amacına ulaşmıştır. Yani göl maya
tutmuş, yoğurt tutmuştur. Balıkları tutmuştur Hoca. Rakipleri gülerken o sepeti
doldurmuştur bile…
Bir ders daha veriyor Hocamız kazanmak
üzerine; Fark yarat ve rakiplerini geç. Senin farkın yoksa diğerleri arasında
niçin balıklar senin oltana gelsin?
İnsanları farklı fikirlerle şaşırt.
Şaşkınlıkları geçtiğinde sen amacına ulaşmış, onlar da senden yeni bir şeyler
öğrenmiş olacaklar.
Ha, bir şey daha öğretiyor Hoca Nasrettin;
onlar göle yoğurt çalışına güledursunlar, sen göle yoğurt çalmaya devam et;
“son gülen iyi güler”! Balıklar kimin sepetindeyse sonunda o gülecektir!
Kazanmanın bir yolunu daha öğretiyor.
Sağına ve soluna değil, kazanmak istiyorsan hedefine bak. Gülüşmelere,
alaylara, küçümsemelere aldırış etme; moral ve motivasyonunu bozma. Kazanmak
için sen işine bak. Sonuca odaklan. Kazanacak olan sensin!
Nasrettin Hocamız sadece bir fıkrada
kazanmak üzerine onlarca dersi birden verebiliyorsa, biz de onun bu muhteşem ve
hikmetli mesajları önünde eğilmeliyiz. Onun derslerini yutmalıyız.
Ne dersiniz, aklıma geldi; oltaya gelen
balıklar da bizler olmayalım?!..
Hem de sazan kalıyoruz Hoca’nın
fıkralarının derinliği karşısında…
Bundan sonra kolayca gülmeyiz Hoca’ya
sanırım!…
Nasreddin Hocamızın beşinci dersi:
Nasrettin
Hoca’nın Kadına ve Mutlu Bir Evliliğe Bakışı
Nasrettin Hocaya sormuşlar: Hocam kıyamet
ne zaman kopacak? Hangisi? Büyük kıyamet
mi, küçük kıyamet mi? Hocam kıyametin küçüğü büyüğü olur mu? Olur!.. Karım
ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet kopar!. Demiş.
Geleneksel anlayışta ( erkek egemen bir
kültürde) kadına değer verilmez. “Eksik etek, kadının karnında sıpayı,
sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” gibi hoş olmayan söz, davranış ve
düşüncelerde kadına olan olumsuz bakış açışını görürüz. İşte o zamanlarda da
böylesi bir anlayış varmış. Hocamız dikkati bu noktaya çekmek istemiş ve öğütte
bulunmuştur: Hocamızın dikkat çekmek
istediği nokta kıyamet evrenin sonudur. Aile hayatınındı sonu kadının
ölmesidir. Ailenin kadının ölmesiyle düzeni bozulur. Zira yuvayı dişi kuş
yapar. Kadın sevgidir, saygıdır, aştır, eştir, hayatın diğer yarısıdır. “Erkek
hükümettir; yönetir, korur, sahip çıkar, kadın milletir; hükümeti ayakta tutar.
Yani erkek baştır kadın boyundur, başı nereye isterse orya çevirir” Her
başarılı erkeğin arkasında bir kadın, her başarılı kadının arkasında bir erkek
vardır. Hocamız burada ailenin içinde
kadının önemini ve kadına değer verilmesi gerektiğini, hem kadın için hem de
erkek için birbirilerin hayattaki en kıymetlisi olmaları gerektiğini nasihatini
vermek istiyor.
İlk nasihatinden öğreniyoruz ki hayat boyu
sürecek mutlu ve sağlam bir evliliğin sırrı: “eşine (karına, kocana ) değer
vermektir, kıymet bilmektir, önem vermektir ”.
Evliliklerde en çok yaşanan sıkıntıların
başında eşlerin birbirlerine karşı asık suratlı ve somurtkan bir tavır
sergilemeleri gelir. Asık bir surat, baskılanmış öfke ve sıkıntıların su yüzüne
çıkmasına yardımcı olur. Gergin bir kişi çevresine sürekli negatif enerji yayar
ve evinizin ortamını soğuk bir alana çevirir. Hâlbuki güler yüz ve tebessüm,
muhabbetin kaynağıdır. Eşler arasındaki
sevginin ve muhabbetin artması anlamına gelir.
Eşler akşam olduğunda daha kapıda birbirini
tebessümle karşılamalı ki “kişi” kendini rahat hissetmelidir. Ve bu ortamda
öğle huzurla soluklanmalı ki, vaktini dışarıda arkadaşlarıyla geçirmek için can
atmak yerine, eşi ve çocuklarına adamalıdır.
Özellikle bir ailede eşler arasındaki
ilişkilerin sağlıklı olmasında, tatlı dil ve güler yüzün oldukça önemli bir
yeri vardır. Eğer eşler birbirine karşı tatlı dili ve güler yüzü eksik etmez iseler, onların bu güzel
davranışları, çocuklarına da yansır ve ailede daha sıcak ve huzurlu bir ortamın
oluşmasına sebep olur. Zamanımızda yaşanan aile huzursuzluklarına bir göz
attığımızda, insana hiçbir zahmeti olmayan, güler yüzün ve tatlı dilin önemi
daha da anlaşılmaktadır.
Bu konuda Hocamızda dertlidir:
Nasreddin Hoca, yine bir aksam yorgun argın
evine döner. Kapıyı çalar. Karısı, yüzünden düsen bin parça olarak kapıyı açar.
Hoca: “Ne oldu hatun? Yine bir derdin mi var? Seni de bir türlü güldüremedim”
diye sorar. Karısı: “Komsumuz filanca kadın öldü. Cenaze evindeydim. Nasıl gülebilirim ki” der. Hoca dayanamaz ve
karısına: “Aman hatun, dediğine bak! Ben senin düğün evinden gelişini de
bilirim.” der.
Hocamız yine önemli bir hususu bizlerle
paylaşıyor. Erkek tebessümle eve girmeli eşi de onu tebessümle karşılamalıdır.
Tebessümün aslında anlamı “ seni çok özledim, seni merak ettim, sana içten
yaklaşıyorum” demektir. Karşısındaki insana sevgi ve saygı göstermeyen kimse, o
kişiden sevgi ve saygı beklemeye hakkı yoktur. Birine göndermiş olduğumuz bir
tebessüm, bize yine tebessüm olarak geri döneceğini asla unutmamız
gerekir. Güler yüz ve tatlı dil,
olumsuzlukları giderir ve çevremize pozitif bir enerjinin yayılmasına vesile
olur. Güler yüzlü ve tatlı dilli olan insanlar, çevresine adeta ışık ve
güzellik saçar. Güneşin o sıcağı, nasıl ki sert buzları bile yumuşatıp erittiği gibi, güler yüz ve
tatlı dil de, sert kalpleri ve gönülleri yumuşatır ve eritir.
Mutlu bir toplumun meydana gelebilmesi
için, karşımızdaki bir insanın, bize nasıl davranılmasını istiyor isek, bizde
ona öyle davranmamız gerekir.
Hocamızdan yine öğreniyoruz ki hayat boyu
sürecek mutlu ve sağlam bir başka evliliğin sırrı: “ tatlı dil ve güler yüzdür”
Evlilik kurumu en değerli ve en önemli
kurumlardan biridir. Milletin, devletin ve gelecek nesillerin temeli burada
atılır. Kişinin ailede mutlu olması hayatta mutlu olması anlamına gelir. Son
yıllarda mutsuz bir toplum haline geldik. Burada aile’nin önemli bir unsur
olduğunu görüyoruz. Son 10 yılda boşanma %80’in üzerine çıktı. Her dakika bir
boşanma gerçekleşmekte, çiftler daha çok kavga eder oldu, karşılıklı rıza ile
boşanmaların sayısı ise daha da azaldı. Peki “evliliklerin yıkılmasının nedeni
nedir? Ekonomik sıkıntılar mı? Konuşamamak mı? Parasızlık mı? Kıskançlık mı?
Sadakatsizlik mi? İlgisizlik mi? Eğitimsizlik mi? Kişilik çatışması mı?
Bunların çoğu birer belirtidir. Gerçek sebep sevgi, saygı ve güven bağlarını
zayıflatan şeydir. Evliliğin bir arada tutan ve sağlam bir evliliğin harcı
sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış,dürüstlük, açık sözlü ve net olmak ve güvenden
oluşur.
Dürüstlük ve güven o kadar çok önemlidir ki
Nasrettin Hocamız gibi kediyi bile tartırır ve ileride küçük gibi görünen büyük
sorunların temeli böyle oluşur:
Nasreddin Hocanın canı bir gün yahni ister.
Kasaba gidip iki kilo et alır, eve gönderir. Hocanın karısı, yahniyi pişirirken
komşuları çıkagelir. Misafire ikram edecek başka şeyi olmadığından yahniyi
pişirip, komşularına ikram eder. Akşam olup da evine yorgun argın dönen Hoca,
yahninin özlemiyle sofraya kurulur.Biraz sonra karısı Hocanın önüne bir tabak
bulgur aşı koyar. Hoca kızar:” Hatun, hani bizim yahni? Karısı misafire ikram
ettiğini söylemeye cesaret edemez.Hiç sorma efendi! Senin gönderdiğin eti kedi
yedi, der. Hoca sofradan kalkar. Kediyi tartar.Kedinin zayıflıktan bir deri bir
kemik ve açlıktan bitkin halde olduğunu görür.Bir karısına bir kediye bakar.
Hatun, gerçekten eti bu bizim kedi mi yedi? diye sorar. Karısı: Evet Efendi! Bu
utanmaz kedi yedi, der.Hoca, koşarak el terazisini getirir. Terazinin bir
gözüne kediye, öbür gözüne kilogramları koyar.kedi tam iki kilo gelir. Hoca
karısına bakarak: Bak hatun! Şu gördüğün bizim kedi tam iki kilo geldi. Aldığım
et de iki kiloydu. Bu tarttığım kedi ise, et nerede? yok bu tarttığım et ise,
kedi nerede?! diye sorar.
Eşinize güvenir misiniz? Evlilikle ilgili
en esaslı sorulardan biridir bu. Aslında sağlam bir evliliğin sırrı da bu
sorunun cevabında gizlidir. Eşinize karşı ne kadar açıksınız, ne kadar
güvenirsiniz? Ne kadar küçük, pembe yalanlar olsa da yalan söylemek önce
kendinize olan saygınızı bitirmenize neden olur. Yalan öğrenildiği anda ne
boyutta olursa olsun, yalan olarak algılanır ve güveni yok ederek ilişkiyi
zedeler. Zira güven duygusu kolay kazanılmaz. Güvenin kaybedilmesi çok
kolaydır. Bu nedenle güven duymak, başkalarının güvenini kazanmak ve bu güven
duygusunu korumak gerçekten emek ve zaman harcanmasını gerektiren bir süreçtir.
Hocamız bu fıkrasında sağlıklı ve kalıcı
bir evlilik için güveni ve sağlam bir ‘irade gücü’nün evliliğin temel
şartlarından biri sayıyor. İrade dediğimiz duygu, insan hayatındaki evreleri
kontrol altında tutan bir ‘güç’tür.
Evlilik için de irade gücünün, ‘nerede’ ve ‘nasıl’ kullanılacağı iyi
bilinmeli. ‘İradesi kuvvetli olanlar;
zor şartlarda bile olsalar, mutluluğa ulaşabilirler’ Bunun Nasrettin Hocamıza
göre her ne şartlarda olursa olsun, iradesine sahip olan ve “eşine güven
duymaktan, dürüst olmaktan, gerçekleri söylemekten, açık sözlü ve net olmaktan,
ve anlayışlı ve hoşgörülü olmaktan” geçer.
Hocamızdan öğreniyoruz ki hayat boyu
sürecek mutlu ve sağlam bir başka evliliğin sırrı: ‘Ben’ yerine ‘biz’ olmaya
giden “sevgi ve değerler insanı olmaktır ve hayatımızda bu değerleri yaşamak,
yaşatmaktır.”
Velhasıl, evlilik bir paylaşımdır. Erkeğin
de kadınında paylaşıma ortak olduğu bir müessesidir. Şöyle ki bir mutlulukta ki
payı ortaya koyduğumuz özveri belirlenir. Karşımızdaki için biz çabamız
oranında değerliyizdir, o oranda mutlu oluruz Eşler birbirlerine karşı
maddî-manevî varlıklarını vermekle bir şey kaybetmezler, aksine çok şey
kazanırlar. Denir ya “Bir mum,
diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” hakkâkten
doğrudur.
Şimdi birbirimize sarılma vakti! Yüreğini
yüreğinize ekleme vakti. “ Eşim değil, karım ol, karımsın!” Deme vakti… Eşlik
etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yârinden? Evlenecek erkeğe
eskilerin neden ”koca” der. Çünkü “koca” bilge demektir, yüce demektir. Koca
demek, dağ demektir. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ
eksiktir. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da “kocanın karı” demişler.
Bakmayın şimdi evlenenlerin “karı-koca” ilan edildiğine. “Koca ve onun karı”
olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı
kadın. Örtmeli ve bir ömür, süsü olmalı dağın. Çünkü üşür tepesinde kar olmayan
dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür…
Hayatının kitabı mutluluksa “ Eşim olma,
karım ol! Bana benzemeye çalışma sakın. Bana benden lazım değil bir tane daha.
Ama unutma ki sensiz yarımım. Her zaman söylemem, ama sen anla. Eşim olma,
karım ol! Beni tamamla…” diye biliyorsak eşiniz canınızın canıdır.
Akıllı Adam Nasreddin Hocamız…
Mutluluğumuza ve geleceğimize dair ilk
adımı Nasreddin Hocamızın öğretileriyle birlikte attık. Mutluluğun ve sevgi’nin
enerjisi yayılmaya başladı…
Yine harikasın Nasreddin Hocam… SENDE
OLMASAN BU HAYAT ÇEKİLMEZ…
Kaynakça:
Chapman, Gary. Beş Sevgi Dili. Çev. Betül Çelik. İstanbul:
Sistem Yay., 1996
Freedman, J.L.; Sears, D.O.; Carlsmith,
J.M. Sosyal Psikoloji. Çev. Ali Dönmez. Ankara: İmge Yay., 3. bs. 1993
Heıtler, Susan. İkinin Gücü. Çev. Gülder
Tümer. Ankara: HYB Yay., 1998
İslâmoğlu, Mustafa. Tavsiyeler-II.
İstanbul: Denge Yay., 1999
Köknel, Özcan. İnsanı Anlamak. İstanbul:
Altın Kitaplar Yay., 6. bs., 1997
Rob Parsons. Altmış Dakikalığına
Evliliğiniz. Ankara: HYB Yay., 1997
Saygılı, Sefa. Evlilikte Mutluluk Sanatı.
İstanbul: Türdav Yay., 1999
Ziglar, Zig. Hayat Boyu Flört. İstanbul:
Beyaz Yay., 1999
Prof. Dr. Nevzat Tarhan çeşitli röportajlar
http://www.sebinhaber.com/yazi/guler-yuz-ve-tatli-dil-133.html Mustafa Erdoğmuş
http://www.habertimes.com/evliliginizi-bakima-aldiniz-mi-makale,692.html
http://www.aktuelpsikoloji.com/artikel.php?artikel_id=797 Psk. Dan. Perihan DEMİRBAŞ
http://www.ilknuryilmaz.com/makaleler/bir-omur-boyu-suren-iliskiler-icin.html
[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]